14 Şubat 2015 Cumartesi

Toplum olarak ruh sağlığımız gerçekten çok bozuk!

Şubatın 2.haftası. Gündemdeki haberlere bakıyorum. Bir çocuk kepçe kulak kaygısıyla estetik operasyon geçiriyor. Estetik kaygıyla gerçekleştirilen ikinci ameliyatı. Ameliyattan sonra da oldukça tatminsiz, ameliyat sonrası ağrıları da devam ediyor. Annesi kendi çocuğunu elinden tutup, hastanenin tuvaletine götürüyor. Orada, çocuğunun acılarına son vermek üzere kendi oğlunu boğuyor! Bakın nasıl açıklıyor;  "Hem kulağı hem kafası büyümüştü. Çok çirkin oldu. Bu çocuğumun psikolojisinin daha da bozulmasına, arkadaşlarının yanında kendisini daha kötü hissetmesine neden olacaktı. Onu kurtarmak için yaptım"

Ekşi sözlükte konuyla ilgili entrylere bakarken yazarlardan birinin kan dondurucu tespitiyle sarsılıyorum. İsmini afişe etmek istemediğim yazar, oğlunu tüm annelerin sevdiğinden daha fazla sevdiğini düşündüğünü belirtiyor. Oğlunu hayatta yaşayacağı tüm acılardan ve kötü şeylerden kurtardığından ötürü gerçek evlat sevgisinin bu olduğunu söylüyor.

Bu anne de, bu arkadaşın görüşü de toplum olarak ne kadar ruh sağlığımızın bozuk olduğunun resmidir. Bir anne çocuğunun acılarını dindirmek için oğlunu öldürüyor. Videoyu izliyorum da, o minik çocuğun annesinin kendini boğma anında neler düşündüğünü tahmin edemiyorum. Her geçen gün o kadar çok sarsıcı haberler okuyor ve izliyoruz ki, benim korkum bunlara artık şaşırmama noktasına gelme ihtimalimiz.


13 Şubat'a geliyorum. Mersin'de  3 gün önce kaybolan 20 yaşındaki Özgecan en son üniversiteden bir kız arkadaşıyla dolmuşa biniyor, arkadaşı Özgecan'dan önce dolmuştan inip evine devam ediyor. Özgecan'dan bir daha haber alınamıyor. Dün ise, jandarma otoyola nasıl çıkacaklarını soran bir minibüs şöförünün otoyol yerine ormanlık alana ilerlediğini görünce acı gerçek yer yüzüne çıkıyor. Sorgulanan Necmettin Altındöken ve Fatih Gökçe, genç kızı bıçaklayarak öldürdüklerini, cesedini benzin yakarak yaktıklarını, ardından da Çamalan Kötü Alman Mezarlığı yakınındaki Cin Deresi yatağına attıklarını itiraf ediyor. Minibüs şöförü Suphi Altındöken ise dün yakalanıyor.

Kan dondurucu haberlerden biri daha. Boğazım  düğümleniyor, yutkunamıyorum. Empati yapıyorum, kızın içinde bulunduğu durumu düşünüyorum, kan beynime sıçrıyor. Hangimizin can güvenliği var ki bu ülkede? Bu adamlarla aynı havayı soluduğum için, kendimden, insan olarak, toplum olarak geldiğimiz noktadan utanıyorum.

Bu olay, aklıma 2014 yılı içerisinde benzer şekilde katledilen minik Gizem Akdeniz'i getiriyor. 6 yaşındaki dünyalar güzeli kız da minik kızın ablasıyla evlenmek isteyen ancak aile vermeyince intikam üzerine böyle bir vahşete imza atan hasta bir herif tarafından önce bıçaklanarak sonra canlı canlı yakılarak katledilmişti. Bu haberleri okudukça, hatırladıkça gerçekten vücudum tepki veriyor, alev sarıyor bedenimi. Ne Gizem'in güzel gülümsemesi ne de Özgecan'ın masum güzelliği gözümün önünden gitmiyor. Nasıl insanlarla aynı toplumu soluduğumuza inanamıyorum.

Aileler mi yetiştiremiyor, eğitim mi yetersiz, yoksa toplumca sıyırmak üzere miyiz bilmiyorum. Hoş, Berkin Elvan'ın annesini ve babasını topluma yuhalatan, çocuklarınıza çığlık atmayı öğreten gibi üstün zekavari öneriler getiren bir iktidarın da bu cinayetlerdeki payını, adalet sisteminin eşitsizliğini unutmamak gerek.

Toplumun büyük bir yüzdesi karantinaya alınmalı, toplumca tımarhaneye kapatılıp dükkanı kapatalım gidelim bence. Her geçen gün yeni bir vahşet, her geçen gün onlarca cinayet...




Bir Türkiye Gerçeği: Bana dokunmayan yılan bin yaşasın...

9 Şubat 2015 haberlerinden biri; 

Davut Özdağ kendisinden boşanmak isteyen karısını (Ayşe Özdağ) sokak ortasında defalarca bıçaklıyor. Bu görüntü de kameralara yansıyor. Etrafta birçok insan var, adamın biri önce bir yaklaşıyor ama sonra muhtemelen bıçaklı saldırganın korkusundan aynı hızla uzaklaşıyor. Birçok insan olaya seyirci kalıyor, öylece bakıyor.

Türk milletinde zaten kavgayı seyretmek, şiddete izleyici kalmak akıl almaz bir haz verir. Bilirsiniz sokakta bir kavga oldu mu insanlar ayırmak ya da müdahale etmekten ziyade ne olduğunu ne bittiğini anlamak üzere merakla izler gerçekleşen hadiseyi. Karışmak istemez, kendilerine de zarar gelir diye.

Neyse ki bu hikayede o izleyicilerin aksine olaya duyarsız kalamayan bir vatandaş var. Mevlut Tuğan. Kendisi aslında hepimizin yapması gerekeni yapıyor, duyarlı bir vatandaş olarak kadını adamın (adam demeye bin şahit ister, lafın gelişi) elinden kurtarıyor. Apartmanların birinden olay yerine atılan kova da Tuğan'ın kovayı kalkan olarak kullanmasına yardımcı oluyor. Bu cesur adam sayesinde Ayşe Özdağ hastanede hala yaşam savaşı veriyor...

Ayşe Özdağ ile Davut Özdağ bir süredir ayrı yaşıyor. Boşanma davası devam ederken, Davut Özdağ'ın eşinin evine 6 aylık yaklaşmama cezası bulunduğu ancak eşini sürekli rahatsız ettiği söyleniyor. Eşinin canına kast edebilen bu insan müsvettesi, "Bir süredir ayrıydık. Ben de kendisiyle konuşmak istedim. Elinden tutarak bir çay içmek istedim. Bunu kabul etmedi ve bağırmaya başladı. Ben de kendimi tutamadım ve bıçakladım" diyor. Eşinin canına kıymak isteme sebebi son derece basit : Konuşmayı kabul etmemesi!


Her geçen gün birçok kadın öldürülüyor. "Boşanmak istedi, öldürdüm", "Namusumu kirletti, öldürdüm", "Kıskanıyordum, öldürdüm". Bu kadar basit bahaneleri. Haksız tahrik indirimi gibi şeyler de şiddete, cana kast etmeye başvuran kocaların ekmeğine yağ sürüyor. Yasalar beklenildiği kadar caydırıcı değilken, insan hayatı, özellikle kadınların yaşam hakkı değersizleştiriliyor. Cinayeti gerçekleştirenler çoğu zaman kısa bir süre içerisinde yatıp çıkabiliyorlar.

Toplum olarak ne zaman böyle duyarsızlaştık? Ne zaman "karı koca arasına girilmez", "koca bu döver de söver de bize ne" mantığından çıkacağız? Kaç Ayşe'nin daha bu yolda hayatına kast edilecek?