27 Ağustos 2013 Salı

Geliştirdiği vücudunu gözümüze sokan erkek iticiliği!

Son zamanların ve aslında tüm zamanların vücut geliştiren pek sevgili erkek arkadaşlarımızın trend hareketi; çalıştırdıkları kasları, taş gibi olmuş vücutlarını gözümüze gözümüze sokmak. Tamam, bu fotoğraflara salyası akarak bakan hem cinslerim olduğunu da tahmin ediyorum ancak benim de içinde bulunduğum bir grup var ki biz bu hareketleri alabildiğine itici buluyoruz!

O koyduğunuz fotoğraflara içi giderek, hayran hayran bakan grubu es geçiyorum izninizle. Benim niyetim, itici bulanların dış sesi olmak. E be abim, e be taş vücutlum tamam güzel güzel kas yapmışsın, baklavaların da bas bas bağırıyor tatlı tatlı ye beni diye anladık. Ama o taş gibi vücudunu gözümüze sokunca bizim içimiz gitmiyor. Aksine "Ah be abi, ah be güzel kardeşim n'aptın sen?" oluyor tepkimiz.

Diyelim ki dünyanın en yakışıklı, en taş vücutlu erkeğinden hoşlanıyorum -o da benden hoşlanıyor tabii ki (aksi düşünülemez)- ama şahsım adına böyle bir fotoğrafı halka açık ya da kapalı bir alanda insanların (ben de dahil) gözüne sokuyorsa, yok yani o dünyanın en yakışıklı adamı bir anda en itici adamı olabilir gözümde. O taş vücuduna rağmen...


Hatta hemen kendi hayatımdan ufak bir örnekle açıklamak isterim durumu özetle. Eski erkek arkadaşımın evinde bulunan bir fotoğrafta geliştirdiği vücudunu ve bu fotoğrafı öve öve gösterdiğini hatta bununla gurur duyduğunu bizzat biliyorum. Benim tepkimse, "Yaaa kıroo musun rica ediciiim kaldır o fotoyu :(" olmuştu.

O yüzden siz siz olun geliştirdiğiniz kasları gözümüze soka soka yayınlamayın orada burada. Hele ki kendinizi aynadan çekiyorsunuz ya, olmuyor işte ben size söyleyeyim. Bükülmüş dudak eşliğinde kendini çeken klasik facebook hatunu profil fotoğrafı iticiliği bile çekici kalıyor bence yanında. Oh be söyledim kurtuldum.

İmza: Bir dost

13 Haziran 2013 Perşembe

Necati Şaşmaz'dan dev tespit: Sanırım bize nazar değdi!

Necati Şaşmaz konuşmasının tam metni: 

"Yaklaşık iki haftadır herkes gibi, evinde oturanlar olsun, gezi parkı'nda olanlar olsun, herkes gibi çok üzgünüm. Maalesef, ülkemiz bunu haketmiyor demekten başka bir şey söyleyemiyorum. Sanırım bize nazar değdi. Biz dinlemeyi sanırım az önce Hasan Bey'i dinlerken yeniden idrak ettim. Dinleyen bir toplum olmamız gerekiyor. Aynı dili kullanmamız gerekiyor. Tabii ki kuşaklar arası dil farklılıkları olmakta. Biz teknoloji çağında yaşıyoruz şu anda. Geçmişimizde ben bu kadar kamerayı hatırlamıyorum. Twitter'ımız var, ne güzel teknolojilerimiz var. İmkanlarımız var. Bunun dolayısıyla bize bilgi aktarımı oldu. Bilgiler geliyor ama bilgi kirliliği dezenformasyonlarımız da var. Bizim iletişim eksikliğimiz var. İletişimimizdeki kopukluğu ancak birbirimize tahammülümüzle giderebileceğimizi düşünüyorum.


Ben bu konulardaki hassasiyetlerimi, düşüncelerimi, fikirlerimi, hissettiklerimi sayın başbakanımla paylaşmak,ona aktarmak istedim. Aslında ben suskunluğumu koruyan, yaklaşık 10 gün süresince suskunluğumu korudum. Olanları izlemek istedim. Gözlemlemek istedim. Fevri çıkışlar da yapabilirdim elbette ki. Ama neler olduğunu bilmek için bekledim. O günden bugüne çok güzel gelişmeler oldu. Sorularımın cevaplarını ancak bugün alabildim.

O dönemde benim gezi parkı'na gittiğime dair bir haber yayınlandı. Bunu ben sizler gibi habersizce okudum gazetelerden. Ben bunu yapmadım. Dolayısıyla oradaki arkadaşların beni taraf etmeye çalışması hiç hoşuma gitmedi. Bu bir mahalle baskısı gibi geldi. Medyanın yapmaya çalıştığı buydu. O baskıdan esiri olmak istemedim. Bu, insanları zoraki taraf olmaya itmemeli bence.
Ve şu andaki düştüğümüz durumda, maalesef tüm dünya gözünde üzücü. Hepimiz için çok üzücü. Çünkü türkiye bunu haketmiyor. Beni yurt dışından birçok dostum, arkadaşım aradı. Bunlar, yabancı olanlar da var içinde. "eler oluyor türkiye'de" dedim. ,buradan sizin vesilenizle bunlara cevap vermiş olayım. Türkiye emin, türk milleti emin ve emin olmaya devam edecek. Bize güveninizi asla azaltmayın. 


Biz demokratik söylemlerimizi, özgürlük söylemlerimizi sadece söylemlerimizde değil, keşke görselde de dünyaya verebilsek. Maalesef dünya öyle görmüyor arkadaşlar. Keşke öyle görülebilsek. Evet, elbette ki bizim demokratik hakkımız.
Elbette ki güzel şeyler olsun istiyoruz. İnşallah olur da. Bu yakınlaşmalar, uzlaşım, bulunan ortak dil.. Bizim akademisyenleri, sosyologlara, bilim adamlarına, düşünce adamlarına ihtiyacımız var ki bize bugünü anlatabilsinler. Bugün n'oldu? Geceden gündüze değil de, bugünden yarına değil de çok acil olarak değil ama çabuk çabuk yapılması gerekiyor. Acil değil ama çabuk çabuk yapılması gerekiyor. Bizlere sunulması gerekiyor. Çünkü onlar bizim tabirle biz gece karanlığındaki kedi gözleri gibi onları izlememiz gerekiyor. Ama o gözler de ancak bizim ışığımızla görülebilen bir şey. O gördüklerimiz de o sarı olan o kedi gözleri bize yol gösterici.

Yani bizim bu sosyologlarımız, toplumsal araştırma yapan insanlar bize bu yolu gösterirlerse biz de ışık yani o da benim algıladığım benim düşüncem ışıkta bizim doğru anlayışımız olsa gerek. Yalnız sosyolog ve akademisyen büyüklerimizden, yol göstericilerimizden tek isteyebileceğim tarafsız olmaları. Çünkü bizim çok ihtiyacımız var. Bu milletin çok ihtiyacı var.

İnanıyorum ki biz de doğru anlamaya, doğru dinlemeye başlayacağız ve hiçbir zaman bize gösterilen o doğru yoldan, aydınlanmış olan yoldan, o bütün tarafsız sosyologlarımızın bize göstermiş olduğu bu yolda ilerlemeye devam edeceğiz. İnşallah biz sağlam bir yere varacağız. O hedefimizi de onlar belirleyecek, hep beraber belirleyeceğiz.

Benim söyleyeceklerim; birbirimizi Allah için sevelim. Hiçbir şey bulamadıysak, birbirimizi bütün için sevelim. Tahammül denilen şey bu. Yani ona yüklediğimiz şey çok farklı. Yolda gelirken ben okudum. Sabır kelimesi çok güzel ama tahammülde bir yük taşıma durumu var. Bunun rızayla taşıyorsunuz. Bu rıza da üstüne sizin beğenmediğiniz, sevmediğiniz bir şeyi de yine kendi çıkarınız için taşımak.işte buna tahammül deniyor. İnşallah hepimize allah tahammül versin, tahammülümüzü arttırsın. Bana göre bu ülkeye nazar değmiştir. Dua okuyalım. İnşallah bu üzerimizden gitsin. Çünkü hiç kimse istemez bu ülkenin kötü duruma düşmesini, çünkü bu gemide hepimiz varız. Batarsak hepimiz batarız. Güzel şeyler olmakta. İnşallah bunlar da geçecek inşallah diyelim."



Hayatımda bu kadar gereksiz bir konuşma, bu kadar Türkçe katliamında bulunan bir konuşma için deşifre yaptığımı hatırlamıyorum. Oldukça tahammül seviyesini zorlayan bir deneyimdi açıkcası. 

Acaba hükümet bu nazar tespitinden sonra kurşun döktürme yoluna gider mi? Necati Şaşmaz'dan ricam, eğer biber gazı için de bi koca karı ilacı varsa söylesin bi sevabına.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Narkoz çok güzel, siz de gelsenize(!)

Geçirdiğim ufak bir operasyon için genel anestezi -nam-ı diğer narkoz- aldım. 2 gece öncesine kadar yaşadığım gerginliği anlatamam. Uykusuz geceler, operasyon ve özellikle narkoz alma, bilincin kapanma anını düşünerek gerilmeler, akabinde gelen kalp çarpıntıları nefes alamamalar. Neyse ki operasyondan önceki gece  yine uyuyamasam da, biraz daha sakinleşmiştim diyebilirim.

Sabah oldu, hâlâ gerginlik hat safhada. Hastaneye gittik, gerekli formları doldurduk. Operasyon saati geldi çattı. Hemşire benim adımı söylüyor, oysa benim arkama bakmadan kaçasım var! Arkadaşlarımla vedalaştım, doktorumun odasına doğru ilerledim tedirgin adımlarla. Narkozun dozunu nasıl ayarladıklarını sordum. Merak etmememi, anestezi uzmanının konuyla ilgilendiğini söyledi.

Sonrasında istemeye istemeye odaya geçtim. "Vazgeçtim ben operasyondan gidiceeem" dedim gerginlikle. Gerginim ve nasıl sakinleşeceğim bilmiyorum... Hemşire "nasıl uyursanız öyle uyanırsınız. Ağlayarak uyursanız ağlayarak uyanırsınız." diyerek sakin olmamı tavsiye etti. Ağlayarak uyanma fikri de oldukça sevimsiz gelmiş olacak ki ani bir hareketle biraz tebessümlü bir ifadeye bürüdüm yüzümü. Anestezi doktoru geldi, kolumdan damar yolumu açıp bir ilaç verdi. O sırada beni konuşturmaya devam ettiler, havadan sudan muhabbetler. "Eee ne iş yapıyorsun? Eee hayat ne alemde?" Kolumdan verdiği ilaç belli ki narkoz değildi. E uyumamıştım hâlâ. Elime kıskaçlı bir şey verdi, bunu parmağınıza takın dedi. Bu ne? diye sordum. Heyecan durumunuzu ölçmek için  dedi, dedim peki... Muhtemelen verdikleri ilaç sakinleştiriciydi, tansiyon ve kalp ritmi verileriyle de ne kadar sakinleştiğimi kontrol edebileceklerdi.

Doktorum içeri girdi. Nasıl olduğumu sordu, bir iki sudan muhabbet sonrasında anestezyen bir ilaç daha verdi bana. Bu sefer hissetmiştim! "Ay nefes alamadım, sanırım uyuşuyorum..." Kolum ve boynumdan başlayarak bütün vücudumun karıncalanmaya başladığını hissettim. En son doktorun "iyi uykular" dilediğini hatırlıyorum.

Uyandım. Ama aslında uyumamıştım! Ne alakaysa odada takılan hemşireye sigara içebilir miyim diye sordum. İçmeseniz daha iyi dedi... Kızları çağırmasını rica ettim. Tabii dedi. E zaten operasyon bitince kendisi çağıracaktı kızları, öyle konuşmuştuk, ama beni uyutamamışlardı ki!

Kızlar geldi. Nasılsın? dediler. Dedim uyuyamadım ya. Nasıl yani daha olmadı mı ameliyat diye sordular. Yok dedim, olmadı. E şimdi uyumanı mı bekliyoruz diye sordular. Dedim galiba...Bu cevaplarımdan kıllanmış olan bir arkadaşım durumu öğrenmek üzere doktora gittiğinde ameliyatın çoktan bittiğini söyledi. Dedim allah allah ya... İki arada bi derede, oysa uyuyamamıştım bile!

İşte böyle de trajikomik bi anıdır. Ha benim operasyonun küçük olmasından mıdır nedir bilmem ama hiç de sersemlik ya da sarhoşluk hâli yoktu. Giriyorsunuz, çıkıyorsunuz. Aradaki geçen süre hayatınızda yer almayan bir evre. Haydi herkes genel anesteziye.

27 Mart 2013 Çarşamba

Şimdi o egonu müsait bir yerde indir ve sakin ol...

E-g-o! Aslında hayatımızın birçok evresini etkileyen, en çok da bize zarar veren YÜCE kavram. Aslında hepimiz egosuz minik bebekler olarak karşılıyoruz bu dünyayı. Ancak yaşadıklarımız, öğretilenler, çevreden deneyimlediğimiz tecrübeler karakterimizle birleşince bazılarımız diğerlerine göre daha sert durmak, egosunu hayatın her evresinde devreye sokmak durumunda kalıyor. Oysa egosuz olan bebekler her ne kadar ağlasa da hepimizden çok daha mutlu...

Hepimizin az ya da çok bir egosu var, onu göz ardı edemeyiz. Ancak egosunu gerektiği yerde devre dışı bırakmayı becerebilenler egosuyla hareket edenlere göre her zaman için daha mutlu. Egosuz insanlarla sohbet edebilmek de daha keyifli. Çünkü iyi bir şey söylediğinde ondan çizgi altı yorumlar çıkarmayacağını biliyorsun...

En basidinden ikili ilişkilerde bile -arkadaşlık ilişkisi de dahil- egonu müsait bir yerde indirebilirsen GERÇEKTEN sevebilirsin. Ego değer verdiğini göstermeyi engeller, hep "BEN" der...

Arkadaşından özür dileyebilmeni bile engeller ego. Oysa hak eden insanlara egondan daha fazla değer  vermen gerekir...

Erkek/kız arkadaşından mı ayrıldın? Ama özlüyor musun? Şimdi o egonu müsait bir yerde indir ve gerekeni yap. Ararsın, içtenliğinle duygularını paylaşırsın. En kötü dönmez, ne var? En azından bir şey yapmış olursun, inan bana hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir her zaman. En kötü atılmış adım bile, bulanık suda yüzmekten daha iyidir.


Aşk hayatımda dönüm noktam budur…


Yıllar önce Ada’da yaşarken, İstanbul’da yaşayan erkek arkadaşımla ayrılmıştık. Her ayrılık sonrası gibi, nefes alamıyor, onsuz hayatı çok anlamsız buluyordum. Erkek arkadaşımı çok seven annem, acı çektiğim o dönemde rahatlamam için karşı komşumuz olan Elvan abla ve İsmail abinin hikayesini paylaştı benimle. Elvan abla ve İsmail abi üniversitede beraber olan iki sevgiliydi. Sonrasında ayrılmışlar ve ikisi de farklı ülkelere gitmişlerdi. Yıllar geçse de ikisi de birbirini unutamıyordu aslında. İsmail abi, o dönem Almanya’da bulunan Elvan ablaya mektup yollamıştı. Ancak o mektuplar hiçbir zaman ona ulaşmamıştı. Şu anda tam hatırlamadığım bir sebeple halası mektupları yok ediyor, Elvan’ın haberi olmamasını sağlıyordu.

Aynı yıllarda İstanbul’a gelen Elvan, yolda İsmail ile karşılaştı. Dünya gerçekten çok küçüktü! Böylelikle ona hiçbir zaman ulaşmayan mektuplardan da haberi oldu. İkisi de birbirini unutmamış olacak ki, yeniden bir ilişkiye başladılar ve şu anda kaç yıllık evliler ve 2 tane çok güzel çocukları var . (Sahi kaç yıllık evliler? Bilmiyorum açıkcası)

Bir şey olması gerekiyorsa gerçekten oluyordu, ne kadar dirensen de, olmaz etmez desen de, hayat her şeyi
tam da önüne sunabiliyordu. Annemin paylaştığı bu hikaye gerçekten de bir dönüm noktasıdır hayatımda. Hem yavaş yavaş oturan karakterim hem de bir şeyin olması gerekiyorsa her türlü yaşayacağı inancıyla çok daha farklı gözle yaşar oldum ilişkilerimi. Birincisi, hiçbir zaman için kör aşık modunda değildim. Acı çekmedim mi bu biten ilişkimden sonra da? Çektim. Aşık da oldum. Unutamadığım da oldu, ta ki o insanın beni haketmediğini düşünene kadar.

Kendimi değersiz hissettiğim noktada aşkından öldüğüm adamı bir kalemde silip atabiliyor ve acımdan
gram kül kalmıyordu. O yüzdendir ki, ondan sonra aşık olduğum ilişkilerimde de mantığım da devredeydi. Beni bir an için bile olsa düşünmediğini farkettiğim bir adamı kolayca atabiliyordum hayatımdan. Gel gelelim kendimi bir an için olsun değersiz hissetmediğim ve "O beni hak etmiyor" diyemediğim birini unutamama ihtimalim ise hep mevcut. Neyse ki mi desem maalesef mi desem henüz hak eden çıkmadı. =)




8 Mart 2013 Cuma

Ben kadınım ve Türkiye'de yaşıyorum...

Ben kadınım ve Türkiye'de yaşıyorum. Eğer bir gün tecavüze uğrarsam, tecavüzcümle evlenmemi önerebilecek bir YAS(a) sistemim var...Tecavüze uğradıysam da, emin olun suç benimdir. Ya eteğimin boyu kısadır, ya isterik bir bakış atmışımdır. Hatta benim isteğimle olmuştur aslında, ortada tecavüz falan yoktur!

Evlenir ve şiddete mağruz kalırsam da kesin bu işte benim parmağım vardır. Ya erkeğime iyi bakamamışımdır, ya da onu memnun edememişimdir. Kadın kısmı çok konuşmaz, oturur erkeğini mutlu etmeye çabalar sonuçta. Büyüklerimi tenzih ederim ama babaanneler de aynı öğütleri vermez miydi eskiden? 

İşte bütün bu olanlar yüzünden kim bilir kaç kadın evliliğinde şiddete mağruz kaldığı hâlde bırakıp gidemiyor. Ya maddi gücünü eline alamadığı için "bir başıma ne yaparım?" kaygısından kurtulamıyor, ya da korkuyor. Sanki beraber olduğu adamın yanında çok huzurluymuş gibi...Onların da zor durumunu anlamak lazım, zira erkek egemen toplum olarak nitelendirebileceğimiz Türkiye'de durum pek iç açıcı değil. Kadının kendi başına karar almak istemesi bile cinayete yol açabiliyor. Boşanmak istedi, öldürdüm... Bu kadar basit(!)

Türkiye'deki kadın cinayetleri göz önüne alındığında Ayşe teyze, Fatma ablaların yanında 21 Ocak'ta ceseti bulunan ABD'li Sarai Sierra ile 2008 yılında gelinlikle yola çıkıp Gebze'de tecavüze uğrayıp öldürülen Pippa Bacca'yı anımsıyorum. İçim acıyor, gerçekten. Nasıl bir toplumuz ki insanların hâlâ temiz ve güvenilir olduğunu ispatlamaya çalışan barış elçisi bir kadını katledebiliyoruz? Katliam çünkü bu bence. Çok üzgünüm, çok...Benzer şaşkınlığımı 2009 yılındaki Münevver Karabulut cinayetinden sonra yaşamıştım. Birçoğunuz hatırlarsınız, Facebook'ta Cem Garipoğlu adına sayfalar açılmış, birçok GENÇ bu platform altında buluşmuştu. Bazı okuduğum yorumlar o kadar dehşete düşürmüştü ki beni, nasıl bir toplum içerisinde yaşadığımı sorgulamıştım. Münevver'in bu sonucu kendi hazırladığını, bunu hak ettiğini bile yazabilen hemcinslerim olmuştu. İnanılır gibi değil...

En çok da üzüldüğüm ne biliyor musunuz? Türk toplumu olarak artık hiçbir şeye şaşırmaz hâle geldik, işte asıl sorun da bu...










5 Mart 2013 Salı

Erkekler çok bilen kadın sevmezmiş!

Erkekler zeki kadın sevmez derler ya, geçenlerde de bir erkek arkadaşım çok bilen kadını sevmediğini söyledi. Beni tanıdığından sözlerine de şunu ekledi; "Ceren, erkekler senden sadece korkar! Çünkü her şeyi biliyorsun, adamın sana katabileceği bir şey yok" Nasıl yani? diye sordum. Gerçekten de yapım gereği, bir şeyi bildiğim yerde bilmiyormuş, yeni öğreniyormuş gibi yapma olayım yok. Hangimizin var ki?

Çok sevdiğim yoga eğitmeni bir abim var, onunla ilk tanıştığımız zamanlarda ilişkiler hakkında sohbetlerimiz olmuştur. Beni henüz çok tanımıyorken hakkımda yürüttüğü varsayımlar 12den vurar nitelikteydi. "Çok iyi rakı içiyorsundur sen." E evet. "Kesin hesabı da erkeğe ödetme taraftarı değilsin. Hesap gelince atlıyorsundur" E evet? Olması gereken bu değil mi? "Hayır" dedi. Bırak, erkek o, sen ise kadınsın. Biraz daha diğer kadınlar gibi ol. Sanırım erkekler maddi ya da manevi olarak üstün hissetmek istiyor kendini. Bu şekilde tatmin oluyor. "Ben yaptım, ben öğrettim, ben ödedim"...

Olay para mevzusu değil ama hiçbir zaman hesap gelince sağa sola bakınan kadınlardan olmadım. Kimse de olmasın bence. Erkek hesabı ödeme yükümlülüğündeymiş gibi... Yoksa ben öderim, erkek arkadaşım öder, o değil mesele. Eğer bir ilişki varsa ortada bunun hesabı yapılmamalı. Yeri gelir sen ödersin, yeri gelir o öder.



En yakın kız arkadaşlarımdan biri de hep söyler, "bırak o ödesin, bırak bazı şeyleri o öğretiyor gibi hissetsin." Bilmiyormuş gibi davran, soru sor, ondan yeni bir şey öğreniyormuşsun hissine kapılsın. Ah bu kadınlardan korkacaksın arkadaş =) Şaka bi yana, erkekler gerçekten kendini üstün hissetmeyi seviyor. İki ego da büyük olunca egoların çarpışması kaçınılmaz oluyor.

Çünkü hayat gerçekten çok karmaşık!

Çok sevdiğim ama asla uygulayamadığım tavsiyeler silsilesi var;

Birini mi özlüyorsun? Ara...
Buluşmak mı istiyorsun? Davet et...
Anlaşılmak mı istiyorsun? Açıkla...
Soruların mı var? Sor...
Bir şeyden hoşlanmıyor musun? Söyle...
Hoşlandın mı? İfade et...
Bir şey mi istiyorsun? İste...
Birini seviyor musun? Anlat...

Evet, düşününce süper tavsiyeler. Hayatı çok fazla komplike hâle getirmemek lazım ama gel gelelim öyle olmuyor. Biraz da karakterle eş orantılı bence bu durum. Gamsız ve rahat insanlar canı ne istiyorsa yapıp sonra sonucu olumsuz dahi olsa kafaya takmıyor. Ancak diğer kesim, atacağı adımın on adım öncesini ve sonrasını hesaba katarak yaşayınca hayatını bu tavsiyelere uymak çok kolay olmuyor. Fazla ciddiye alıyoruz sanırım hayatı.

4 Mart 2013 Pazartesi

Neden hep kontrolü erkeklere bırakıyoruz?

Kadınlar olarak neden hep kontrolü erkeklere bırakıyoruz? Neden onların aramasını bekliyor onlar aramıyorsa bir şey olmamış gibi yolumuza devam ediyoruz? Bakmayın böyle söylediğime, kendimden büyük olan egom ve ben de çoğunlukla "Beni aramayanı ben neden arayayım" felsefesiyle ilerliyoruz. Ancak bu şekilde ilerlemek hangi birimize ne fayda sağladı onu da size bırakıyorum.

Yeni birisiyle tanışıp hoşlanma senaryosunu ele alalım. Sonrasında o aramadıysa sen de aramadın. Evet canım, tebrikler. Ne iyi yapmışsın da aramamışsın. Biz arayınca incilerimiz dökülüyor çünkü. Hadi aradı diyelim, telefonlaşmalar başladı. Sonrasında da "En son ben aradım ama" deyip geriye çekilmiyor muyuz sanki? Hayatı o kadar komplike hâle getirip öyle bir kaos yaşıyoruz ki her adımımız kontrollü. Sadece yeni tanışmada hoşlanma senaryosu değil, ayrılıklarımızı da sessiz yaşıyoruz. Kendi adıma konuşmam gerekirse, ayrılmak istemediğimi, özlediğimi dile getirdiğimi hiç hatırlamıyorum. En son lisede yapmıştım, onda da erkek arkadaşım karşımda ağlayarak benim onu nasıl üzdüğümden dem vurmuştu. İyi bir şey mi yaptım hâlâ bilmem...


Dün çok yakın bir arkadaşımla konuşurken ilişkilerin ilk evresinde karar mercii olarak erkekleri belirlediğimizi farkettim. O aramıyorsa aramamak bir nevi görüşme kararını onun ellerine bırakmak değil mi?  O istiyorsa arar, o ilişki istiyorsa olur... Bir nevi tercümesi bu bence. Bu hikayenin neresinde duruyorsun? İstenilen, istenmeyen ve bunun kararını bekleyen edilgen taraf mı yoksa istediği bir şeyi dile getirebilen ya da adım atabilen etkin taraf mı?


Bugün başka bir yakın arkadaşıma da aynı mevzuyu danışınca kendisi şöyle bir yorum getirdi; "Çünkü kırılmak istemiyoruz. Ben artık ilgi bekliyorum, şımartılmak istiyorum. Ben ona değil o bana ilgi göstermeli" dedi. Bir açıdan doğru söyledikleri. Kendimizi korumak istiyoruz, duvarlarımız devrede, kalkanlarımız gövdede!


Amazon kadınlarından savaşma, uğraşma, çaba gösterme isteğimizi kaybetmiş kadınlar hâline geldik çünkü hepimiz. Tek istediğimiz huzur, bazı şeyleri fazla karmaşık hâle getirmeden ne istediğimizi bilmek istiyoruz ve ne istediğini bilen insanlarla olmak isteğimiz!



Asıl konuya dönecek olursak, hâlâ kafam karışık açıkcası. Tarafsızım. Biliyorum ki benim de başıma geldiğinde aramıyorum, aramadım ve kuvvetle muhtemel aramayacağım ama bunun bana bir şey kazandırmadığını da biliyorum. Bir yandan feminist tarafım tutuyor ve niye kararı o belirliyor diye soruyor haşin bir ses tonuyla. Diğer bir yanımsa çok yorgun...