2000'li yılların başları, lise yılları. İlk gördüğümde "ne tatlı çocuk" dediğim ama benim için tatlı çocuktan öteye gidemeyen o güzel bakışlı adam. Bakmayın lisede olduğumda, 10 yıl bir arpa boyu kat edememişim, o zamanlar da birini hayatıma almam çok kolay olmuyordu, nitekim bu güzel adama da şans veremedim.
Bir gün hep beraber bizde tabu oynamışız, diğer arkadaşlarımız uyuyor. Biz salonda televizyon izliyoruz, yaşımızın gerektirdiği flörtleşmeyi yastık savaşıyla yapıyoruz, elimi tutmaya çalışıyor. Bir süre sonra benim de uykum geliyor gibi, ayrı kanepelerde uzanıyoruz. Bi ara gözümü açıyorum ve o güzel adamın beni uyurken izlediğini görüyorum. Panikle "napıyosun" diye soruyorum. "Seni izliyorum" diyor. O zamanlar korkutucu gelen bu hareketin sonradan "ne güzelmiş" diyeceğimi nereden bilebilirim ki...
Aradan seneler geçiyor. Karşılaşıyoruz. Uzun uzun bakışıyoruz, içim gidiyor. Ah diyorum ah, neden bu adama şans vermemişim ki ben? Evlenmiş o arada. Yarım kalan bir hikaye gibi değil mi?
Nereden bilebilirdim ki 13 sene önce şans vermediğim o adamın yıllar sonra bana en güzel şans olarak geri döneceğini?
İşte o güzel adam bugün hayatımın en güzel yerinde, kalbimin en özel köşesinde. Aslında geçmişte neden olmadığını sorgulamayı bırak, memnunum olmadığına. Çünkü bugünkü farkındalıkta değildik ikimiz de, her şey aslında tam da olması gerektiği zamanda olması gerektiği yerde gerçekleşiyor.
Bir insanın sadece yüzüne dokunmak bile bu kadar mutlu eder mi? Edermiş! Saatlerce hiç konuşmadan gözlerinde kaybolabildiğim, bir bakışıyla, bir ses tonuyla, bir lafıyla bütün bedenimde heyecanı hissettiğim....
Sertab Erener'in "İyi günde ve kötü günde, sahiplenmeden, koşulsuz, nedensiz, beklentisiz, değiştirmeden, ehlileştirmeden, hatta kendine rağmen insan sevebilir mi birini?" sorusunun cevabını anladım sayende.
İyi ki hayatıma geldin sevgilim. Gülüşünü, bakışını, öpüşünü, şapşallıklarını, sana ait olan her şeyi, her hücreni sevdiğim adam. Hep benimle ol, o güzel gözlerinle hep aynı heyecanla bana bak...